20 Ekim 2010 Çarşamba

aşkın sırı


Aşkın sırrı ölmeden önce ölmektir.

Aşkın sırrı idrak meyvesini kazanmaktır.

Aşkın sırrı varlık kokusunu duymaktır.

Aşkın sırrı benliksiz ve diğergam olmaktır.

Aşkın sırrı korku ve endişe duymamaktır.

Aşkın sırrı su yerine susuzluğu aramaktır.

Aşkın sırrı kendi hiçliğimizi ve Yaratıcının Yüceliğini keşfetmektir.

Aşkın sırrı kalp gözüyle görmek ve duymaktır.

Aşkın sırrı dünyevî varlığımızın sınırlarından sınırsız ilahî güzellik âlemine kaçmak için şiddetli arzu duymaktır.

Aşkın sırrı kendini hiç olarak görmektir.

Aşkın sırrı yalnızca Yaratıcının var olduğunu bilmektir. Aşkın sırrı açlığın gıdamız haline gelmesidir.

Aşkın sırrı kusurlarımızın farkına varmaktır.

Aşkın sırrı Yaratıcının bize duyduğu sevgiden dolayı var olduğumuzu bilmektir.

Aşkın sırrı yaratılışın sebebinin aşk olduğunu bilip yaşamaktır.

Aşkın sırrı her şeyi O’nun nuruyla görmektir.

Aşkın sırrı aşkın ilacının acı olduğunu bilmektir.

Aşkın sırrı hem âşık hem Mâşuk olmaktır.

Aşkın sırrı her an Hakk’ın kapısında Hak için ağlamaktır.

Aşkın sırrı kendini O’ndan başka her maksattan sıyırmaktır.

Aşkın sırrı gerçek âşığın da mâşukun da Yaratıcı olduğunu bilmektir.
netten alıntı

19 Ekim 2010 Salı

Gül Ömrün beş mevsimi var




.Gül Ömrün beş mevsimi var: Aşk, hasret, yalnızlık, vuslat ve hüzün.
Şeyh Galib, meşhur mesnevisinde, 'Hüsn'ü bulmak için yollara düşen 'Aşk'ı mumdan bir gemiye bindirerek ateş denizinden geçirir.

"Mumdan bir gemiyle ateş denizini geçmek de ne ola ki?" diye yormayın zihninizi. Bu akılla kavranabilir bir keyfiyet değildir.... Ve bu öyle bir manzaradır ki aklı gözünde olanlarda temaşa zevki dahi uyandırmaz.

Bu tür muammaların hakkından ancak gönül gelir. Öyle ya ateşi gülşene çevirmek için İbrahim, İbrahim olmak içinse kainatı gönlün sorgusundan geçirmek gerek. İmkansızın peşine düşmek, mekanın ve zamanın ötesinde bir hayatın düşünü yormaya çalışmak ve aklın sınırlarının ötesine taşmaya çalışmak…
Gönül bu işine akıl erer mi?

Tarih sayfalarına kaydedilmiş ne kadar kahramanlık öyküsü, edebi metinler arasında ün yapmış ne kadar aşk masalı varsa aklın ve eşya düzeninin ötesinde yaşanmış serüvenlerdir hepsi. Bu nedenledir ki kimin "evvel zaman içinde..." diye başlayan bir öyküsü vardır, işte o, zamanın ve mekanın dışına taşabiliyor demektir.

Aklı gözünde olanlar dedim ya, işte onlar, her şeyi yanlış yerde aradıkları gibi, mevsimleri de takvimlerde ararlar. Ömrünü rakamlara mahkum etmiş her zavallı için baharın kıştan farkı sadece renklerin değişmesidir.

Dakikalara, saatlere, günlere, aylara ve yıllara bölerek yaşadığımızı sandığımız bu hayat aslında beş mevsimden ibarettir.

Evet, ömrün sadece beş mevsimi vardır: Aşk, hasret, yalnızlık, vuslat ve hüzün.

Aşk, zamanın gönül rengine boyandığı mevsimdir. Uçarı heveslerin, bıçkın arzuların beden mülkünü istila ettiği bu mevsimden hatıralar defterine nakşedilmiş birkaç soluk resim kalır. Ara sıra hayal aleminin pembe perdelerini aralayarak gönül penceresinden gülümseyen bu isimsiz suretlerin davetleri düşer aynalara. Damarda kanın ısınmaya başladığı anlar olur. Akıl gecikmiş davetlerin zelzelesinin enkazında kaybolur.

Ve aşk her yıl mevsim ayırmadan birkaç kez misafir olur gönül ülkesine. Aşk, aklın bedenden firar eylediği mevsimdir.

Hasret, ıssız yolların dikenlerini sevdanın ve sohbetin ezgileriyle ayıklama uğraşıdır. Dönmeyeceklerini bile bile gidenleri beklemektir. Beklemek ağız tadıdır hasret mevsiminde. Dem olur ki gönül; güneşi arayan ufuk, bülbülü sesleyen gül, ateşi arayan pervane, aklıyla kavgalı bir divane yahut sılaya selam göndermek için turna katarlarını bekleyen bir garip olur.

Hasret ki, yolların yorgun yüreklere yüklediği gam, gönül yurdunu vakitsiz kuşatan akşamdır. Hasret ki yolların yolculara geçit vermediği mevsimdir.

Yalnızlık, tutsaklık zincirinin gönül kuşunun ayaklarına dolandığı andır. Öyle yaman bir zamandır ki bu, gönül bahçesinin bütün renklerini siyaha dönüştürür. Huzur ürkek bir güvercin gibi uçup gider ötelere. Geceler alabildiğince uzar, gündüzler bir alacakaranlıktan ibaret kalır. Ağlasın hallerine talih ki şafağın zincirlerine vurulmuş birer gölgedir sevgiden yoksul yürekler.

Yalnızlık, yılgınlığın insafsız bir akınla gönül ülkesini tarumar eylediği mevsimdir.

Vuslat, aldanıştır. İkiliğin olduğu yerde aşk, aşkın olmadığı yerde vuslat yoktur. Çöl Mecnun'dan, dağ Ferhat'tan, Kerem ateşten, Aslı külden, gül bülbülden ve gam gönülden ne zaman ayrıldı ki... Yusuf Züleyha'dan kaçabilir mi, tek kanatla uçabilir mi turnalar, aklın anahtarı açabilir mi sevdanın kapısını... Ve siz, denize ulaşmayan kaç ırmak gördünüz ki?
Vuslat ki, ruhların bedenleri imkansızın peşinde yorduğu mevsimdir.
Hüzün, bütün duyguların birbirine karıştığı ve akılla gönlün kıyasıya yarıştığı bir kavşaktır ki ona varan bütün yollar ıssız, bütün yolcular yaralı, bütün haberler kötü ve bütün selamlar buruktur. Ve onun ikliminden geçen bütün kuşların kanatları kırıktır. Her şeyden geriye buruk bir tat kalmıştır ancak.
Ve hüzün, yılların ötesinden buruk davetler gönderen hatıraların mevsimidir...Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır....
İşte böyle ey gül-i rana!
Ömrün beş mevsimi var: Aşk, hasret, yalnızlık, vuslat ve hüzün.

Sahi, sen hangi mevsimdesin?

17 Ekim 2010 Pazar

AŞK BAHÇESİNİN SAKLI ÇİÇEĞİ

Gökyüzündeki yıldızlar yine aşıklar için süslenmiştir. Dalgalar aşk şarkıları söyler. Gece aşıkları yine kendine çağırıyor. Gece beni kendine çekiyor. Evden sanki bir yere yetişmem gerekiyormuşçasına hızlıca çıkıyorum. Kapıyı açar açmaz. Kendimi bahçede buluyorum. Yavaşlıyorum önce. Biraz durup aşk senfonisini dinliyorum. Ağaçların hışırtısına karışan dalga seslerini dinliyorum. Biryandan da kulağım hafiften esen rüzgarda. Rüzgarın bana sözü var. Aşkımın sesini bana çok uzaklardan getirecek. Ama ben bir türlü duyamıyorum. Aşkım sen mi bir şey söylemiyorsun yoksa rüzgar mı bana verdiği sözü tutmuyor bilmiyorum. Yavaş ve yorgun adımlarla bahçenin sonuna kadar ilerliyorum. Burada deniz mükemmel görünüyor. Dalgalar biraz daha yükselse ayaklarıma vuracak. Yakamoz deniz üstünde bir aşk yolu çizmiş. Sonu görünmeyen dalgalı bir aşk yolu… Tıpkı kalbim gibi dalgalı. Tıpkı kalbimdeki aşk gibi bu yolda sonsuz...
Uzaklara bakıp dalgalarla birlikte kalbim atarken gözlerimden yine yaşlar geliyor. Ellerim titriyor. Elimdeki resim titriyor her gece öpüp kokladığım aşkın resmi titriyor. Ayın ışığıyla yarım yamalak gördüğüm biricik aşkımın resmi ıslanıyor.
Bu gece ilk defa fark ettiğim üç adım ötemde duran bahçenin en güzel çiçeği olan bir gülün yanına gidiyorum. Neden daha önce fark etmemiştim ki… Oda sanki beni bekliyordu. Her gece ağladığıma şahit olup beni izliyormuş meğer.
Söylesene "Ey gül çok mu güçsüz görünüyorum buradan bakınca." Gül ağlayarak "Bunu neden gözlerinden akan gözyaşlarına sormuyorsun. Gözyaşlarını dinlesene." dedi gözlerimden gelen bir damla avucuma kondu. O damla dahi ağlıyordu. "Ben senin kalbindeki aşk ile vücut buldum şimdi en güzel diyardan ayrılıyorum" diyordu. Giderken hazin damlaları dökerek "Ben senin kalbindeki aşkın şahidiyim. Ben aşkı, aşk yapan gücüm" deyip oda aşk denizinde bir damla oldu.
Başımı kaldırıp güle baktım hafif bir sesle " Biliyor musun ey gül dünyanın en mükemmel ve en güzel insanına aşık oldum. Her gece ona olan aşkımı gözyaşlarımla suluyorum. Kalbimdeki alevler dışarı çıksa sanki kainatını tutuşturacak. Ve bilir misin ey gül ben daha ruhlar ilk yaratıldığı gün kalbim aşkıma vuruldu. Ben ona ta o zamandan beridir aşığım. Ve ben hep onu aradım. Her yerde onu aradım. Ruhum hep onu soludu. Hep onu yaşadım. En sonunda buldum onu… Sonra hep kaybetmekten korktum. Aşkımı bulmuşken kaybetmek ölmek için çırpınıpta ölememek demekti. Ve bil ey gül ben aşkımı sonsuza kadar sevecem... Sonsuza kadar
Gülde ağlıyordu bende… Sen ey gül dedim bunca bülbüle rağmen sen kime aşıksın ki aşıklar hep seninle konuşur... Ben "O’na aşığım dedi kainatın sahibine aşığım." Tebessümle bana "Eğer birbirinize gerçekten aşıksanız, eğer sonsuza kadar ayrılmak istemiyorsanız, eğer sonsuza kadar mutlu olmak istiyorsanız O’nu tanıyın ve O’na kul olun."
Ağlıyordum ve anlamıştım "Ömrümün sonuna kadar seni sevecem diyen aşkların yalan oldugunu…" O’nu tanımayanların aşklarının gelip geçici olduğunu. Onlardaki sevginin gerçek olmadığını, aslında birbirlerine seni seviyorum derken yalan söylediklerini…
Bilmeni istiyorum aşkım, ben sana aşığım ve seninle sonsuza kadar mutlu olmak istiyorum..

(Nurullah TUNA)

6 Ekim 2010 Çarşamba

26 Temmuz 2010 Pazartesi

TASAVVUFTA LALE YARADAN`I HATIRLATIR…

Aşkımdan pürsafâyımdır sanırsın belki bu demler…
Aşkın neşvesi olmaz
Lâle; Eğlâl
Leylî; Leylâ olmadan Ey güzel…

* * *

Üzerimde aşkın pırıltıları olabilir belki…
Veya âşıkların in’ikasıyla bir kıvılcım görebilirsin yüzümde…
Bu yüzümde gördüklerin ancak bir gölge ve akisten ibarettir. Ne özüdür, ne de kendisi…
Aynada yüzünü gördüğün vakit:
“-Bu zât benim gibi biridir ancak!” diyebilir misin?
Bir nehrin üzerine düşen yaprak için:
“-Bu ne güzel, ne berrak bir sudur.” diyebilmen mümkün müdür? Sana berrak su diyebilmeleri için bulutların ötesinden dökülüp gelen ve nehre karışan bir yağmur damlası olman îcâb etmez mi?

İşte benim aşka yakınlığım onun akışıyla yönlenen bir yaprak kadar yakın, uzaklığım ise bir o kadar ondan ayrı bir cisim olup ona karışmamdaki zorluktan ve sırdandır.

Lâle, kelime olarak ele alındığında Arapça “Allâh” lâfzına âit harfleri taşımakta olduğu görülür. Eğlâl kelimesi de “lâle” kökünden gelir. Eğlâl ise Yâsin Sûresi’nde “eğlâlen” şeklinde geçmektedir. Manası ise; “boyunduruk”tur.

Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hicret edecekleri vakit kapıdaki müşrikleri etkisiz hâle getirmek için Yâsin Sûresi’nin bu âyetini okuyarak onlara bir avuç toprak atmıştı. Müşrikler bunun etkisiyle sanki boyunlarına boyunduruk geçirilmişçesine başlarını aşağıya indirememiş ve Efendimiz’i görememişlerdi. Onlar Efendimiz’i göremedikleri gibi gözleri kâinatın bütün hakîkatlerine âmâ olmuştur.

Bunun mukâbili olarak kalblerine Allâh lafzını yerleştiren ve istîdâdınca idrak etmiş olan Hak âşıkları da sanki boyunlarına nurdan bir halka geçirmişçesine başları yukarıda ilâhî cezbeye gark olmuş, onun neşvesiyle müstağrak bir hâldedirler. Aşağının kötülük ve pisliklerinden uzak, mâsivâdan arındırılmış bir gönülle her şeyden mahrûm olanlar için duâ ve ilticâ hâlindedirler.

Lâlenin harfî manası “hilâl”e de ulaşmaktadır. Onlar semâdaki hilâlin parıltılarıyla yol alır, yıldızlarla semaya dururlar. Bir semâzenin en makro hâlidir, hilâli çevreleyen yıldızlar…

Lâlenin ebced hesabı 66′dır. Altmış altı “Elhamdülillâh”a denk gelir. Onlar o hayret makamının coşkusuyla yaşadığı istiğrak hâline hamdederek “Elhâmdülillâh” derler.

Lâlenin içi kömür gibidir. Ancak dıştan görünmez. Dışı ise içinin tam tersine pas parlak, canlı ve rûha sekînet verici bir görünüme sahiptir. Onun bu hâli tıpkı bağrı yanık bir dervişin mütebessim nûr hâleli yüzüne benzer.

Gerçek lâlelerin hepsinde renkli altı yaprak bulunur. Bu ise îmanın altı nûrunun libâsına bürünen dervişin îmân ve ihsan potasında erimesi ve daha sonra bu nurun şualarıyla derinden bir yanışa gark olmasının da bir simgesidir.

Bununla beraber Kur’ân-ı Kerîm’in (aynı zamanda Fâtiha sûresinin) altıncı âyeti de “Bizi dosdoğru yola (Sırât-ı Müstakîm’e) ilet” âyet-i kerimesidir. Bu âyet aynı zamanda bir duâ vasfı taşımaktadır.

Lâlenin renkli yapraklarının yukarıya doğru olması da tıpkı bir dervişin duâ edişindeki edâyı andırır. Zira derviş bu hâl ile sırât-ı müstakîm üzere olmayı murâd etmiş ve ifrat-tefrit noktalarını törpüleyerek hakîkate, yani istikâmete ermiştir. Ve tıpkı lâlenin derûnundaki siyahlığı göstermemesi gibi o da içinde yaşadığı yanış halini gizlemiş ve kendine her nazar edene o güzel rengini sunarak ona ferahlık vermiştir. Nitekim lâlenin en revaç bulduğu dönemlerden biri olan Osmanlılar zamanında ona, “ferâhâver (ferahlık veren)” denmiştir. İşte bu vasıflarla vasıflanan derviş de tıpkı lâlenin bu adını alarak etrafına letâfet ve zerâfet saçmış, gönüllere âb-ı hayat sunmuştur.

Hülâsa; lâlenin eğlâl oluşu, Lâlenin hakîkat deryasına dalış hâlidir.

Leyl; gece demektir. Gece sevda demektir. “Sevda”nın asıl manası “siyah”tır. Gece kıymet bilene “kara sevda”nın yaşandığı ânlardır. Eğer sen geceyi kopkoyu bir boşluk olmaktan çıkarmak istersen, gönüldeki yârları ve ağyârları yok etmelisin! İşte o zaman her yer sana âyân olur. Sanırsın ki gece bitmiş de gündüz oluvermiştir. Böylece fânî muhabbetler silinerek kalb sevdânın deryâsının derinliklerinde yolculuğa çıkmıştır. Burada bahsedilen “Leylâ” temsîlî olup, asıl kasdedilen “Mevlâ”dır.

Her yerin âyân oluşuyla kalb kâinâtın esrârını okuyucu ve alıcı bir hâle gelir. Ve Cebrâil’in “Oku” emrini müteâkiben örtüsüne bürünen ürkek yürek, artık serpilip açılır ve her yanda Leylâ’yı “Mevlâ” görür hâle gelir.

Ey Gönül! Cânına üflenen nefhayla yan da kavrul!
Amma lâle gibi ol ki, hâlinden sadece “yâr” haberdâr olsun.
Öyle ki, Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- ümmeti için gönlü dâim hüzne gark olurken dahî, yüzü her lahzâ beşûş (mütebessim) idi…